Hiç kimse keyfi olarak kendi ülkesini, kendi toprağını terk ederek bilmediği başka bir ülkeye göç etmez. Göçün arka planında mutlaka ekonomik ve siyasi nedenler vardır, savaş vardır. Bu hiç değişmez!
Değişmemesi gereken diğer bir kural da göçten, göç edeni değil, göç etmesine neden olan siyasi sistemi sorgulamak olsa da, bu genellikle yapılmaz. Çünkü kolay olan göçmeni, sığınmacıyı, mülteciyi sorgulamak, onu hedefe oturtmaktır, iktidarı elinde tutanlar da bunu isterler, oysa aslolan göçe neden olan iktidarları ve sistemi sorgulamaktır!
İş göçünün başlamasından sonra “Yabancı düşmanlığı” kavramı Avrupa’nın birçok ülkesinde öne çıkan “yeni” bir kavram olmuştu. Avrupa’da bile yabancı düşmanlığı zaman zaman azalıyor olsa da son yıllarda ekonomik krizin derinleşmesi ve siyasi müdahaleler sonucu ortaya çıkan bölgesel savaşların yarattığı yeni göç dalgasından dolayı hızla artan bir gerçeklik. Irkçılıkla arasında ince bir çizgi olan yabancı düşmanlığı gerçekliği son yıllarda Türkiye’de yaşanıyor…
Ekonomik, siyasi, kültürel sıkışmışlık yabancı olanın ötekileştirilmesini ve bu ötekileştirilme üzerinden kişi ve gruplara yönelik topyekün bir düşmanlık üretilmesini de beraberinde getiriyor. Almanya’da Türklere, Fransa’da Araplara yönelik düşmanlıkla, Türkiye’de Suriyelilere ya da Afganlılara yapılan düşmanlık arasında temelde hiçbir fark yok. Çünkü yabancı düşmanlığı, çoğunluğa göre azınlıkta olanı yani farklı olanı reddetme, dışlama, aşağılama ve nefret üzerinden şekillenir. Bu düşmanlık “dışlama” dışında zaman zaman fiziksel saldırı, sürgün ve bazen de öldürme şeklinde kendisini gösterir.
Her ulus ya da topluluk “yabancı düşmanlığı” kavramını reddederek kendi haklılığını öne çıkartır. Örneğin Almanya’da istenmeyen ve yabancı düşmanı okların hedefinde olan topluluklar yıllardır hiç değişmez: Türkler, İranlılar, Araplar, Arnavutlar, bazen Ruslar, bazen de Polonyalılar…
Son yıllarda bu sıralamanın başına Suriyeliler oturmuştur. Sıralamada Suriyelilerin öne geçmesinde “daha yerleşik” hale gelen diğer “yabancıların” da Suriyelileri “düşman” ilan etmesinin kesin rolü vardır. Yani daha açık yazarsam; “yabancı düşmanlığının” ne olduğunu yaşayan bir Türk, bir Rus bugün rol değişimine giderek kendinden “daha aşağıda” gördüğü Suriyelilere “yabancı düşmanı” muamelesi yapmaktadır!
Oysa “temel gerçek” hiç değişmiyor. Ama “biz” kendi gerçeğimizden kaçarak sistemi sorgulamak yerine başka bir göçmeni sorgulamaya kalkıyoruz. Örneğin geçen yıl Almanya’da Leipzig Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre Almanların dörtte birinden fazlası “Müslümanların Almanya’ya göçünün engellenmesini” istediği, yüzde 47’si de “Ülkede çok sayıda Müslüman yaşaması nedeniyle bazen kendi ülkesinde kendini yabancı gibi hissettiğini” belirtmişti.
Benzer bir gerçekliği biz ülkemizde yaşıyoruz. Türkiye’ye göç eden 4 milyona yakın Suriyeli sanki zorunlu değil de, keyfi gelmişler gibi bütün sorumluluğu onlara yıkarak kendimizi “temize” çıkarmaya çalışıyoruz.
Garip ama gerçek; örneğin, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, yurt dışındaki Türk vatandaşlarına yönelik olası bir yabancı düşmanı ve ırkçı davranışlara anında müdahale etmek gibi çok doğru bir hamle ile tüm diplomatik temsilciliklerin internet sitelerinde “Yabancı Düşmanlığı Bildirim Formu” ekletirken, mülki amirler Kürtlerin Konya’da, Afyon’da Ankara’da saldırıya uğramasını “münferit” hadise diye değerlendiriyor. Suriyelilere yönelik saldırılar ve hakaretler ise görülmek bile istenmiyor. Ve bu tavır ilginçtir, yalnızca etnik ya da inanç kimliği temelinde yükselmiyor, neredeyse siyasi partilerin birçoğunun ortak tavrına dönüşüyor.
Göçlerin siyasi nedenlerini masaya yatırmadan, siyasi iktidarları ve sistemleri sorgulamadan Suriyelilere ve Afganlılara karşı tavır almak hiçbir sorunu çözmez, sorunu derinleştirir. Suçlu buraya gelen göçmen değil, onun buraya gelmesine neden olan sistemin kendisidir!
Dünyanın hiçbir yerinde, geliş gerekçesi ne olursa olsun göçmenler, mülteciler teşviğe ve normalleşmeye rağmen toplu olarak ülkelerine geri dönmemiştir!