Bugünlerde MacDonald’ın, Truth (Gerçek) adlı kitabıyla ilgileniyorum. Hangi gerçekler ve farklı gerçekler konusu tartışılıyor.
Bu kitapta kimi yalanların nasıl doğru ve kimi doğruların nasıl yalanlaştırıldığı üzerinde duruluyor.
Yazar, “kısmi doğrular”, “öznel doğrular”, “yapay doğrular” ve “bilinmeyen doğrular” üzerinde duruyor.
Ayrıca Yalın Alpay’ın “Yalanın Siyaseti/ Post-Truth, Truth” kitabı var... Yalanın meşrulaştırılması, gerçeklerin önemsizleştirilmesi ve hileli akıl yürütme üzerinde duruluyor...
Değişik düşünceler, değişik kökenler, değişik inançlar, daima farklı bakış açıları yaratacaktır. Değişik bakış açılarına ve değişik görüşlere saygı duymak, uygar bir toplumun temel ilkesidir.
Siyasal iktidarlar çoğu zaman daima kendi görüşlerinin doğru olduğunu ileriye sürerler. Bu yargı, kuşkusuz ülkemiz için de geçerlidir.
Bir başka gerçek şudur:
Siyasal iktidarlar zayıflayıp kamuoyunda destekleri azaldıkça hırçınlaşırlar.
Böylesi durumlarda, siyasal liderler hep kendilerinin söylediklerinin ve düşündüklerinin doğru olduğunu ileriye sürer. “Ya benim gibi düşünürsün ya da karşısın, düşmansın” ayrımcılığı ortaya çıkar.
ALGI OPERASYONU
Siyasal iktidarlar, koltuklarında kalabilmek için çoğu zaman algı operasyonlarını kullanmıştır.
1930’larda İtalya’da Mussolini ve Almanya’da Hitler’in yaptıkları unutulmamalıdır. Hitler’in propaganda Bakanı Goebbels’in yalanları nasıl doğru gibi takdim ettiği tarihe geçmiştir.
Faşist ve Nazi dönemlerinde yalanlar bir devlet doğrusu gibi takdim edilmişlerdir.
Çoğu zaman liderlerin söylediği, “devlet projesi” olarak sunulmuştur.
Geçen hafta ülkemizde de “devlet projesi” görüşü ortaya atıldı. Buna göre, Kanal İstanbul devlet projesidir ve buna karşı çıkmak lidere karşı çıkmaktır, devlete karşı çıkmaktır.
Kanal İstanbul, Milli Güvenlik Kurulu’nda konuşuldu ve devletin resmi strateji belgesine girdi de haberimiz mi yok?
YALANLAR VE İSTATİSTİKLER
Yalanlarla ilgili olarak genel kabul görmüş bir sloganı unutmayalım. Şöyle ki “Yalanlar, çok büyük yalanlar ve istatistikler.” Bu slogan, bugünlerde ülkemizde yoğun bir biçimde uygulanıyor.
Hele sonuncusu, TÜİK’in Türkiye ekonomisi ile ilgili istatistiklerine, gelir dağılımı ve işsizlikle ilgili rakamlarına ne demeli? TÜİK’e göre ekonomi çok güzel ve yerinde, Sağlık Bakanlığı’na göre Covid-19’un sayıları çok düşük.
Hangisine inanacağız, gerçek nerede?
KOLTUĞA YAPIŞMAK
Bir konu daha var ki epeyce güncel. Politikacılar ister iktidarda ister muhalefette elde ettikleri makamları, oturdukları koltukları terk etmek istemiyorlar. İşte ABD Başkanı Trump, koltuğu için dört bir yana saldırıyor. Seçim sonuçlarını kabul etmek istemiyor. Eğer Amerikan siyasal sisteminin, 200 yılı aşkın geçmişi ve oturmuş kurumları olmasa, Seçimler hilelidir, bu nedenle başkanlığı terk etmiyorum, sürdürüyorum” diyecek.
Ülkemizde de bunun örnekleri yaşanmadı mı? Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde anayasa ve seçim yasası bir yana itilerek mühürsüz oy pusulaları geçerli sayılmadı mı?
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde, “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” gibi tarihe geçecek ilginç bir açıklamayla, seçim iptal edilip yenilenmedi mi? Ancak 16 bin olan fark 800 bine çıkınca söyleyecek bir şeyleri kalmadı. Açık fark karşısında sonuçları kabul ettiler.
1950 UNUTULMASIN
İşte bu noktada, 14 Mayıs 1950 seçimlerini hatırlatmak istiyorum. 1950’de, bundan 70 yıl önce, iktidarın barış içinde, yeni kurulmuş ve seçimi kazanmış olan DP’ye devr edilmesi çok önemlidir. Adeta bir sınır taşıdır.
“Canım, seçim yapılmış ve DP kazanmış, devr etmeyecekti de ne yapacaktı?” Bu soru sorulabilir. Ancak olay bu kadar basit değil... DP Genel Başkanı Bayar’ın, “iki jandarma ile bizi tutuklayabilirlerdi” dediği söylenir.
Günün koşulları unutulmamalı... Bir imparatorluk yıkılmış. Bağımsızlık savaşı kazanılmış. Bir ihtilal olmuş, yeni bir idare ve Cumhuriyet kurulmuş.
İsyanlar çıkmış (Şeyh Sait, Dersim gibi) bastırılmış, kan dökülmüş.
Çağdaşlaşma hareketleri olmuş, devrimler yapılmış... Birçok kişi tutuklanmış, cezalandırılmış. Ve tek parti, 27 yıldır iktidarda.
O nedenle barış içinde, kimsenin burnu kanamadan devir-teslim çok önemli.
21. asrın 20. yılında, 2020’de, ABD’de başkan koltuğu bırakmamak için türlü yollara başvururken; 20. asrın ortalarında, 1950’de, daha önce pek de etkin bir siyasal deneyimi olmayan bir ülkede, tek partinin iktidarının hiç itiraz etmeden, barış içinde siyasi iktidarı devretmesi çok önemlidir…
BEYAZ İHTİLAL
Saygın siyasetbilimci Prof. Maurice Duverger, ünlü kitabı Siyasal Partiler’de işte bunun için şöyle diyor:
“...Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (s.360)
Duverger, kitabının “Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde, Atatürk Türkiyesi’ne önemli bir yer ayırmıştır. Duverger şöyle diyor: “1923 sonrası Türk evrimidir. Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti sisteminden plüralizme (çoklu sisteme) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanıdır.” Duverger’e göre, “basiretle uygulanan bir tek parti yönetimi, bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün kılacak...” çalışmalar yapmıştır. (s.364)
Batı dünyasının tüm siyasetbilimcileri, 1950 seçimlerini ve iktidarın barış içinde devir-teslimini “beyaz ihtilal” olarak niteliyor.
Demokrasi, bir erdem rejimidir. Muhalefete ve karşı düşünceye saygı duyacaksın. Demokrasinin evrensel ilkelerini kabul edeceksin. Halkın oyuna inanacaksın.
Tek parti, tek parti diye her gün itibarsızlaştırmaya çalıştıkları parti, işte bu demokratik hareketi yapmıştır.
Diktatör, diktatör dedikleri Cumhurbaşkanı İnönü, tarihe geçen bu demokratik hareketi gerçekleştirmiştir.
İki ayyaş diye itibarsızlaştırmak istedikleri İnönü, işte böyle demokrasiye inanmış bir liderdi.
Yalanlar, algılar, koltuğa yapışmalar ayrı, gerçekler ayrıdır...