Hayatımızda işleri yoluna koymak için sürekli çaba sarf etmeliyiz. Her şey süper gittiği dönemlerde bile aksiyon almayıp pasif kalırsak, entropi yasası devreye girer. İşler bozulmaya başlar, kurduğumuz düzen büyük bir hızla düzensiliğe doğru gider.
Düzensizlik ve pasif olmak eninde sonunda depresyonu getirir. Entropi hayatımıza etki ettiğinde, biz de onun adına çalışmaya başlar ve düzenimizi, duygularımızı, işimizi ve ilişkilerimiz kaosa sürükleriz.
Depresyon ise bizi herhangi bir konuda aksiyon almaktan alıkoyar. Hareket edemez hale geliriz. Hayatımızda büyüyen kaosun getirdiği sorunlara seyirci kalırız. Çözüm arayamayız, çözemeyeceğimizi düşünürüz. Sorunlar yeni sorunları doğurur ve çözümsüzlük yeni çaresiz haller yaratır. Hoş geldin kısır döngü.
Ancak antropojenik depresyon, bundan çok daha geniş ve karmaşık bir olgu.
Ünlü düşünür Albert Schweitzer, “Doğaya olan tutumumuz, insanlığımıza dair en keskin göstergedir” derken, aslında insanın çevresiyle kurduğu ilişkiyi derinlemesine sorgulamamız gerektiğini işaret ediyordu. Doğanın yok oluşunu izlerken hissettiğimiz çaresizlik, geleceğe yönelik kaygılarımızla birleşiyor ve bir çeşit kolektif depresyon ortaya çıkıyor. Bu, yalnızca bireysel değil; toplumsal bir ruh haline dönüşmüş durumda.
Bu depresyonun kökeninde ne var? Birçok bilim insanı, iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, ormansızlaşma ve su kaynaklarının kirlenmesi gibi çevresel bozulmaların, insanlar üzerinde artan stres ve kaygı düzeylerine yol açtığını gösteriyor. Örneğin, psikolog Glenn Albrecht'in "solastalgia" kavramı, yaşanılan çevrede meydana gelen değişimlerin bireyde yarattığı ruhsal rahatsızlığı anlatır. Bu kavram, evimizin fiziksel olarak yerinde durmasına rağmen, ruhen ve duygusal olarak kaybolmuş hissedebileceğimizi ortaya koyuyor.
Bireysel deneyimlere dönersek, ben de şehirde geçen her gün, beton yapılar ve insan eliyle şekillendirilmiş bu dünyada doğaya dair bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorum. Bu eksiklik, yalnızca estetik bir kayıp değil; aynı zamanda bir tür varoluşsal boşluk yaratıyor. Doğa, insana sadece fiziksel bir alan sunmaz; aynı zamanda ruhsal bir sığınak sağlar. Bu sığınaktan mahrum kalmak, modern dünyada birçok insanın ruh sağlığını tehdit eden temel bir faktördür.
Psikolojide buna "ekolojik yas" denir. Biz insanlar, doğal dünyanın kayboluşunu izlerken içten içe bir yas tutuyoruz. Antropolog Timothy Ingold, doğayla insan arasında kopan bu bağın, aslında bireyin kendisiyle olan bağını da kopardığını öne sürer. Zira insan, doğayı yok ettiğinde, bir bakıma kendi varlığını da yok eder. Bu bağlamda, çevreye zarar veren insan, aslında kendine zarar vermektedir.
Felsefi açıdan baktığımda, çevresel bozulmalarla birlikte insanın kendini değersiz, anlamsız ve çaresiz hissetmesi, tam da Martin Heidegger'in "varoluş kaygısı" dediği şeye benziyor. Doğanın hızla yok olduğu bir dünyada, birey, kendi varoluşunu anlamlandırmakta zorluk çeker. Heidegger, insanın dünyaya "fırlatıldığını" ve varoluşunun kendisine dayatıldığını söyler. Bu varoluş, çevreyle olan ilişkimizin derin yaralar aldığı bir zamanda daha da baskılayıcı hale gelir.
Antropojenik depresyonun etkilerini daha derinlemesine anlamak için somut ve spesifik örnekler üzerinde durmamız gerek. Bu, hem bireysel hem de toplumsal boyutlarıyla daha net bir resim sunacaktır. Modern dünyada hızla artan çevresel krizler, yalnızca gezegenin fiziksel yapısını değil, aynı zamanda bireylerin ruh sağlığını doğrudan etkiliyor. Bu etkilerin en belirgin olanlarını iklim değişikliği, doğal yaşam alanlarının yok olması, hava kirliliği ve şehirleşme üzerinden inceleyebiliriz.
Sonuç olarak, antropojenik depresyon, insanın doğayla olan bağının kopmasının yarattığı derin bir ruhsal bunalım halidir. Bu, sadece bireylerin değil, toplulukların da ruh sağlığını tehdit eden bir sorundur. Doğaya yapılan her müdahale, insanın ruhuna yapılan bir müdahaledir. Dünyayı korumak, sadece fiziksel sağlığımızı değil, aynı zamanda ruhsal dengemizi de korumak anlamına gelir.