1949’da Washington’da kurulan NATO, sözleşmesinde “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” vurgusu olsa da asıl olarak bir ABD projesidir. NATO üyelerinin eşit üyelik, oy ve söz hakları bulunduğu ve NATO’nun “uluslararası güvenlik ve istikrara önemli katkılar sağladığı” da yalandan öteye geçmediği gibi, NATO esas olarak kapitalist-emperyalist bloğun Sovyetler Birliği’ne ve genel olarak komünizme karşı kurulan bir savaş aygıtı oldu. Nitekim NATO, ABD ve AB ile birlikte davranmayan, yüzünü sola dönen, kamucu politikalar izleyen bütün ülkelere karşı ekonomik, siyasal, teknolojik ve kültürel açıdan yayılmacı bir baskı örgütü işlevi gördü. Türkiye dahil, Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Latin Amerika ülkelerinde yapılan darbelerin arka planında NATO üzerinden hep ABD’nin olması da bunun bir sonucuydu…
1989’da Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist sistemin çökmesine, NATO ülkelerinin ifadesiyle “soğuk savaş” ve “Rusya’nın Avrupa’yı ve Ortadoğu’yu işgal tehdidi” bitmesine rağmen, kuruluşunun 70. yılında da NATO’nun bütün üyelerinin “sol düşmanlığı” hiç değişmedi…
1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi bile esas itibariyle sol düşmanlığı üzerinden şekillendi…
Demokrat Parti 1950 yılında “komünizm tehlikesi” öne çıktığı için Kore’ye müdahale eden ABD’nin yanına savaşa asker gönderme kararı alır. Behice Boran’ın öncülüğünde kurulan Türk Barışseverler Cemiyeti ise 28 Temmuz 1950’de “Aziz Türk Halkına” diye başlayan “Milli menfaatlerimize ve dünya barışının korunmasına tamamen aykırı olan bu kararı şiddetle protesto ederiz” diyen bir bildiri yayınlar. Bildiride, “Adnan Menderes Hükumeti, Kore’de harp etsin diye 4500 Türk çocuğunu Amerikan menfaatleri uğuruna General Mac Arthur’un emrine veriyor. Kore’ye asker göndermekte Türk Milletinin herhangi bir menfaati yoktur. Türk Milletinin istiklali ve güvenliği dünya barışına sıkı sıkıya bağlıdır” vurgusu yapılsa da, Menderes hükumeti 4500 askeri Kore’ye gönderir ve hükumet Behice Boranları “kökü dışarıda, sözde barışseverler” diye tutuklattırır, arkasından da “Komünist Tevkifatı” yapılır! ABD’nin “hediyesi” de gecikmez ve NATO 1952’nin başında Türkiye’yi üyeliği kabul eder…
Şimdi Londra’da bir araya gelen NATO ülkelerinin klasik kapitalist yönelim dışındaki“sol ve kamucu” alerjileri devam ediyor olsa da, dünya değişmiş durumda. “Ortak düşman” Sovyetlerin dağılmış olması, “NATO’nun ABD’nin arka bahçesi” olması gerçeğine itirazları yükseltiyor.
Londra’da öne çıkan bu itirazlarda yalnızca ABD faktörü yok, emperyalizm bir dünya sistemi olarak kendi geleceğinde zorlanıyor. Trilyon dolarla ölçülen silahlanmanın “savunma sanayi”olarak adlandırılması da bu gerçeği değiştirmiyor. Bütün dünya da yaşanan “sistem krizi” NATO’ya da yansımış durumda. Trump bile bazen “anti-NATO”cu gibi“yük paylaşımından” bahsediyor. “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” diyen Macron da, ona karşı çıkan Erdoğan da, Merkel de biliyorlar ki, krize rağmen NATO emperyalist-kapitalist sistemin koruyucusudur!
Türkiye, bir süredir dünyada değişen güç dengelerinin de doğrudan etkisiyle NATO’dan yaşanan çelişkileri kullanarak Macron’un söylemleri üzerinden NATO’da “ev sahibi” havasında davransa da, Londra zirvesinden geriye daha da derinleşen bir NATO krizi ve bunun yanı sıra nasıl uygulanacağı meçhul olsa da, Macron’un formüle ettiği “mültecilerin Türkiye’de kalması, Suriye’de siyasi çözüm ve IŞİD ile mücadele” lafları kalır. Türkiye ise, Erdoğan’ın vurguladığı gibi “ülkemiz NATO’nun vazgeçilmez bir ortağı” olarak devam eder…
Oysa bu bildik klasik yaklaşımın dışında çıkabilmek, 1950’lerde “NATO’ya girmeyelim” diyen “Türk Barışseverler Cemiyeti”nin devamı niteliğindeki “Türkiye Barış Komitesi”nin “NATO’dan çıkalım” çağrısına kulak vermekten geçer:
“Gerçek bir anti-emperyalist politika, öncelikle NATO’dan çıkılmasını, NATO’nun dağıtılmasını, silahlanma harcamalarının sonlandırılmasını, nükleer silahlanmanın yok edilmesini, üslerin kapatılmasını ve devletlerin egemenliğini hiçe sayan uygulamalarına son erdirilmesini gerektirir…”